KUR’AN’I ANLAMAK İSTİYORUM - rahle.org

KUR’AN’I ANLAMAK İSTİYORUM - rahle.org

KUR’AN’I ANLAMAK İSTİYORUM


Facebookta Paylaş
Tweetle

 

Y. Emre KIRMIZILI

 

Rahman Rahîm Allah’ın adıyla,

“İnananlar için halen vakit gelmedi mi ki kalpleri Allah’ın zikrine yumuşasın ve O’ndan gelen hak karşısında boyun eğsin? Böylece, evvelden kendilerine kitap verilip de uzun bir zaman geçtiği için kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar! Bugün onların çoğu fâsıklardır!..” (Hadîd-16)

Gözlem ..

Bir defasında üniversite öğrencilerinin dilediği bir konuyla ilgili olarak -kendi seçtiği bir kitabı tanıtmak maksatlı- serbestçe katıldığı Türkçe dersinde bulunuyordum. Öğretmen, sıra bana gelmesin için yırtınıyordu adeta; elimde mübarek Kur’an vardı… Söze şöyle başladığımı hatırlıyorum:

Pekâlâ, benim size tanıtacağım kitap bir Meal-Tefsir. Yazarı, evvelden Yahudi olan bir Avusturyalı. İngilizce ’den çevrilmiş. Ancak önce şunu sormak istiyorum: İçinizde acaba kaç kişi bir Kur’an meali okuyor ya da okudu? Evet, kaldırın ellerinizi…”

Saymıştım; sınıfın yarısından fazlası okumuş görünüyordu. Hayret! Bunların birine bile bir mescide giderken yahut Müslümanlarla bir masada falan otururken şahit olunmamıştır.

Hımm. Peki o zaman şunu da sorayım: Okuduğunuz bu kitabın sizce konusu ne?”

Birkaç mırıldanma, en çok da şaşkın bakışlar… Sonrasında bildik baltalama girişimleri: “Tanrı aslında öyle değil, şöyle der! Bence bunu demek istemez! Hem sen ne bilirsin ki!?” vs.

Ders sonrasında anlamıştım ki; Allah (azze ve celle), kendi kelamını aslında her tip kavme çeşitli vesilelerle işittiriyor. Gel gör ki, insanların inatları ve kulaklarındaki ağırlık, hakkaniyeti kavramalarına gayet azim bir engel teşkil ediyordu.

 Yıllardır Kur’an-ı Kerîm okuduğumuzu söylüyoruz; sabah-akşam, değilse dergi-kitapta, takvim yaprağından yahut olmadı muhakkak pc. ekranında… Hakkı batıldan ayıran Furkan ile hatırı sayılır bir geçmişimiz var. Yine de yukarıdakine benzer bir soru ile karşılaşınca çoğumuzun içine hemen bir kurt düşüyor:

Evet ya! Bu kitabın konusu hakikaten ne? Şimdi ben az evvel ne okudum? Okuduğumdan ne anladım Allah aşkına! Üstün körü geçtiğim bu kerîm sayfalar, nasıl oluyor da beni yaşlandırmıyor? Azametinden dağların dahi parçalandığı şu gaybî haberler niçin beni vurmuyor! Hem neden?”

Aslen nefis, bu şekilde kendini muhasebeye çekmeye kolay gelemez, ağır basar ona. “Aman sen de ”ci bir boş vermişlik içindedir her daim. Bundan sebep, mümin olduğuna şehadet getirenler dahi Kur’an’ın öz konusunu, kendisine en hikmetli bir şekilde ne dediğini, hemen her gün takip ettiği kutsal yaprakların içindekilerle nasıl amel etmesi gerektiğini, sürekli bir okuyuş ve tefsir ile asıl varması gereken makamı; hülasa, Kur’an’ın (bizatihi kendi) bedeni ve ruhu için gerçekte neye yaradığını bilmeden/sorgulamadan haftalarını bitirir, kimisi ömrünü…

Bir mazeret:

Ya, öyle diyorsun ama zaman olmuyor vallahi! Kafam çok yoğun… Kimi zaman öyle hızlıca okuyorum ki çok dikkat etmeyebiliyorum! Şu işten bu işe koşuştururken vakit mi kalıyor! Hem azıcık azıcık anlıyor ve dinliyoruz işte, yetmez mi?”

Benzer cümlelerle konuşan -kendi halinde- Hüsnü isimli bir Müslüman ile tanışmıştım şehir dışında iken. İki-üç gün sonra ona elimdeki meallerden birini verdim ve Nâzi’at suresini okumasını istedim. Kitabı eline aldı, ayaküstü bir çırpıda bitiriverdi. Bana doğru döndüğünde değişmeyen o yüz ifadesiyle omuz silktiğini hatırlıyorum.

Ne anladın şimdi?” dedim.

Kıyamet gününün çetin olduğunu anladım. Eee, Musa’dan bahsediyor, Firavun hikayesini anlatıyor. Aynı şeyleri tekrar etmiş gibi geliyor bana?..”

Evet tabi! Tekrar ediyor; sözü iğneli söylüyor; tehditler savuruyor; anlamak isteyen her yüreğe dehşetler saçıyor; belki burkulur içi de acı ile Rahman’a sığınır diye… Sözü özlü bir şekilde sunuyor; seci yapıyor; gafletteki ruhlara sesleniyor çünkü; en yalın bir seda ile diyor mesela:

“Sizi yaratmak mı zor yoksa göğü yaratmak mı? Allah göğü çatı gibi yükseltip düzenledi, gecesini karanlık ve gündüzünü aydınlık yaptı… O büyük felaket anı geldiğinde ise, insan tüm yaptıklarını bir bir hatırlayacak! Görenler için cehennem ortaya çıkarılacak, azgınlık yapanlar ve dünya hayatını tercih edenler o gün cehenneme sevk olunacaklar!” (Nâzi’at: 23-40)

Bunu okudukça çarpılıyordum; çok kere donup kaldığımı biliyorum. Oysa Hüsnü’nün dudaklarında tek bir nem belirtisi bile yok! Ne vücudunu bir titreme almış ne de gözünde bir büyüme… Rasulullah (sav): “Sizden biriniz Rabbi ile konuşmak isterse Kur’an okusun. (Bu ona yeter.)” diyor; bizimki ayakta iken oturmayı dahi çok görüyor. Okuyan “Rabbi ile konuşuyor!” ama ne sözünün başında bir şey söylüyor, ne sonunda… Hüsnü, az evvel güya Kur’an okumuş bulunuyordu!

Tespit ..

Bu bana pek ikna edici gelmedi; yeterli de değil! Hakikatte biz bundan çok daha fazlasını bulmalıydık; başta takındığı tavır ve siluetinde şimdi bir takım ciddi değişiklikler olmalıydı. Belki ürpermeli veya heyecanlanmalı ama mutlaka bir şeyleri yaşaması gerekiyordu oradaki ayetler sebebiyle. Acı olansa günümüzde nice kişinin Rahman’ın ayetlerine karşı böyle adeta mesafeli durması, sanki okumuş-okumamış ne değişir ki hesabı…

Baksanız ki seleften İkrime, Mushaf’ı eline aldığı vakit, “Bu Rabbimin kelamıdır! Bu Rabbimin kelamıdır!” diyerek bayılıyordu. Başka çoklarının okumaktan yerlere kapaklandığına, secdelerde ağlamaktan yüzünde kanallar açıldığına şahit olursunuz. Modern çağın Müslüman dediği ise böylesi haberleri öğrenince ya abartı buluyor tam inanamıyor ya da fazlasıyla aşkın görüp kutsallığına saygıda kusur etmiyor; her iki seçenekte de örnek alınacak bir irade ortaya koyamıyor ne yazık yahut koymuyor.

Gerçekte Kur’an okumaya niyetlenen kişi, ilkin bunun bir beşer kelamı olmadığını iyi bellemeli, sözün bizzat sahibi olan Allah’ın azametini gönlünde tüm boyutlarıyla yer ettirmelidir. Düşünki; O (cc), hiçbir beynin içine alamadığı ve hiçbir aygıtın ölçmeye güç yetiremeyeceği devasa evrenin yegane yaratıcısı ve yasalarının tek hakimi; birbirinden sürekli uzaklaşan belki milyar kere milyar yıldız ve gezegenin yardımcısız yörünge kaptanı; bitki ve hayvanları milyonlarca sene önce yaratıp, ta o günlerden bu zamana rızklarını en seri bir biçimde hesaplayıp bahşeden Latîf; ne yer üstünde ne de arzın diplerinde olup bitenden nokta miktarı habersiz kalmayan, kaderin mutlak sahibi bir Rabb.

Şu ayete bir kulak verin: “Allah O’dur ki, O’dan başka ilah yoktur. O, gizli ve aşikâr olan her şeyi bilendir. O, Rahman’dır, Rahîm’dir. Allah O’dur ki, O’dan başka ilah yoktur. O mutlak Hükümran ve her eksiklikten münezzehtir, baştanbaşa selamettir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, mutlak galip olandır ve emirlerini infaz etme gücüne sahiptir. Allah yücelerin yücesidir.” (Haşr 22-23)

İşte Hüsnü’nün (ve onun gibilerin) gözden kaçırdığı ilk mesele buydu: Saygı ve azamet.

Yol ..

Nitekim bu duygu ile kalpte bir acziyet hissi doğar, o his de beraberinde yüksek bir tevazuyu getirir. Kişi böylece ayetleri nefsinde değil, nefsini ve dahi tüm değer yargılarını, ölçütünü okuduğu bu ayetlerde bulmak için adar kendini… Hem tevazu öyle bir boyun eğiştir ki hakka teslim olanın gururunu kırar, ona tanık olduğu ikaz ve nasihatler karşısında ön yargılarından kolayca kurtulabilme imkanı sağlar; “Kur’an da benim dediğime geliyor!” gibi saçmalıklara tenezzül dahi etmez. Ve zaten tevazu arttı mı, hikmeti yakalamanın kapılarından biri -belki de en büyüğü- artık aralanmış sayılır.

İkinci mesele ise adap denilen, (daha ziyade) orta dönem Müslümanların biçimlendirdiği asil bir tavır silsilesidir: Temizlenme, İstiâze çekme, Sükunet, Tertil ve Tertip, Tefekkür, vd. Tüm bunlar şimdinin ezbercilerine hakaret gibi duruyor; oysa ihlâslı her bir kalbin alçakgönüllü duruşunun açık bir neticesidir sayılanlar.

Üzerinde düşününce görürsün ki taatın vucubîyeti gereği elin ve kolların, yüzün ve ayakların, başının bir kısmı ile abdest suyuna temas etmeden Kur’an’a saygıda eksik kalırsın! O’na ibadet maksatlı her yaklaştığında şeytanın adamları da sana yakınlaşır; türlü fısıltılarla kafandaki testide kırk çeşit delik açar, belleğini şaşırırsın! Rasulullah’ın (sav) dediği gibi; şeytan ateşten yaratılmıştır, ateşse suyla söner… Abdestin onların iğvasını böyle bozar; hem o sebeple Yüce Mevlâ Vakıa suresinde “O’na temizlenenlerden başkası dokunamaz” buyurmuş ve aynı sebeple Tevbe suresinde “Allah temizlenenleri sever” demiştir.

Bugün pozitif-materyalist bilim anlayışının zihinlere enjekte ettiği “gaybî dış varlıkların etkinsizliği” fikri gelip Müslümanları da bulunca, haliyle abdest almak ya da euzü çekmek nevinden ameller “kitabı merasime bağlamak” (?) şeklinde yorumlanır olmuştur. Heyhatlar olsun! Feyzinden ve bereketinden faydalanmayı umduğu Kitap için bir insan nasıl olur da bunu adet haline getirmeyi çok görebilir anlamıyorum.

Taharetin önemi, O’nu başka hiçbir kitaba göstermediğimiz bir ululama ile ululuyor, başka hiçbir kitap gibi görmüyor, elimize alıp okumuyor ve o’nun gibi hiçbirini gözetip kollamıyor oluşumuzdan gelir. Taharet, yani ibadet öncesi temizlik, beraberinde ciddiyeti, o da Rabbe sığınma ve tevekkülü getirir.

Sonra bizlerin; eğer O Zât-ı Alîm’den rahmetini ve hidayetini umarak şu mübarek kitabı okumaya (doğrusu: dinlemeye) niyetlendi isek; her defasında, kovulmuş ve yerilmiş şeytandan, onun dostlarından ve yardımcısı olan her şeyden istiaze ile sakınmamız da şarttır.

Şu iki şeyi birden dillendirmek adaptandır: Euzû billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm,

Yani; lanetlenmiş şeytanın şerrinden, saçacağı kötülüklerden, dinim hususunda bana herhangi bir zarar vermesinden veya beni Rabbime bağlayan hak ve gerçekten geri çevirmesinden Allah’a sığınırım… Ve:

Bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm,

Yani; Allah’ın adını zikrederek ve her şeyden önce O’nu anarak, bütün işlerimde O Yüce Zattan yardım ve medet isteyerek işime başlarım…

Çünkü ben -Kur’an okuyucusu- şimdi bir süreliğine dünyadan ayrılıp cennet bahçelerinde gezmeye niyetlendim; çünkü ben cehennemden korkmaya geldim; çünkü ben halen ve ebedâ Efendimin kuluyum!

Bunlardan sonra tertîl gelir… Yani aceleci davranmamak! Gerekmese bile tekrar etmek ya da tane tane durarak okumak… Zira o Kur’an, üzerinde “hızlı ve çabuk okuma teknikleri”nin işlemediği yegâne kitaptır. O’nda zamanı çarçur etme diye bir tabir yoktur; bilakis zaman o’nunla genişler, ta sen mananın derinliklerine iyicene dalana dek…

Ümmü Seleme (ra) validemize Rasulullah’ın okuyuşu sorulduğunda; “O (sav) her ayeti birbirinden ayırırdı: Bismillahirrahmanir rahîm der durur, Elhamdülillahir Rabbil âlemîn der yine dururdu. Kelime içindeki uzatmalara (med harflerine) riâyet ederdi.” demiştir. Bunun gibi (sünneti ile) sıradan ve bayağı bir kitap okumanın çok çok üstüne çıkmıştır. Öyle ki, Tîn suresinin bitiminde “Allah hükmedenlerin en adil hükmedeni değil midir?” sözünden sonra “Evet, ben buna şahitlik edenlerdenim!” diye sesli bir karşılık vermiştir. Kıyamet suresinin sonundaki “Bunları yapan (Allah) ölüleri de diriltmeye kadir değil midir?” sualine “Rabbimizin izzetine andolsun ki evet!” demiştir başkalarının duyacağı tonda. Yine, Mürselât suresindeki “Artık bundan sonra hangi söze inanacaklar?” uyarısına cevap olarak “Allah-u Teâlâ’ya inandık!” diye sesli şehadet getirmiş, ümmetine de bu şekilde yapmalarını tavsiye etmiştir.

Bizim bu rivayetlerden anladığımız, Kur’an’ı sürekli bir içe kapanık, sessiz bir tilavet ile, hele arada bir esneyip gerinerek vs. takip etmenin sünnetten hariç bir okuyuş olduğu gerçeğidir. Doğru olanı, kendimizden geçercesine, sanki bedenimizin dışına çıkıp da pek yüksek rütbeli bir zatın (Allah azze ve celle) bize konuşmasına kulak kesilmiş gibi, yer yer yükselen bir sesle, bazen de kısılan yahut incelen bir ses tonuyla mukabil etmektir.

Misal olarak; “Ey iman edenler!” hitabıyla başlayan Tahrîm suresinine bakalım;

“Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun! O ateşin başındaki görevli melekler gayet katı ve şiddetlidirler. Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmezler. Ey kafirler! Bugün bir mazeret öne sürmeyin! Bugün ekmiş olduklarınızı biçiyorsunuz. Ey iman edenler! Allah’a bütün samimiyetinizle tevbe edin! Umulur ki Rabbiniz sizin günahlarınızı örter ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. O gün Allah, Peygamberini ve o’nunla beraber iman edenleri utandırmayacaktır.” (Tahrim 6-8)

Bu ayetleri okurken önce gayet yürek hoplatan, ciddi ve ağır bir üslupla karşılaşılır; buna mukabil kişiyi bir telaş alır; dudaklar büzülür ve gözler dikilir! Okuma dahi şiddetli bir tona geçer. Peşinden bir takviye ayeti gelir hemen; rahatlatıcı, akabinde tebessüm gösterdiğimiz (çünkü müjdeleniyoruz), sevinç içerikli bir okuma sarar bizi. Devamını bekleriz; kaşlarımız şimdi gevşer…

Yine örnek olarak Kâf suresine bakabiliriz:

“İnsanı Biz yarattık, nefsinin ona ne fısıldadığını da gayet iyi biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız! Onun hem sağında hem de solunda oturan ve her şeyi kaydeden iki kâtip (melek) vardır. İnsan hiçbir şey söylemesin ki onu yazmak için yanı başında biri hazır bulunmasın.” (Kaf 16-18)

Bu ayetler okuyanı hemen Rabbine yakınlaştırır; O’nu yüceler ve içi sıcaklar adeta… Belki boynunu büker hafif; belki de kafasını “evet” manasında ileri sallatır; çünkü Kur’an’da bahsedilene karşılık vermek işte budur: “Ey Allahım! Bana hayâ ver!” demek…

Ara gaye …

Elbette yukarıda bahsettiklerimiz ile yapmacık bir tavır takınmayı değil, doğal ve gayet içten gelmesi gereken bir okumanın varlığından -beden diline kadar olan bir yansımasından- bahsediyoruz. Kısacası, Kur’an’ın manevî atmosferi sizi her nereye çekiyorsa işte ruhunuz ve dahi âzânızı o yöne çevirmekten… Buna “teessür” de denilir; cümlenin gelişine göre haşyetin yahut hayretin kalbinizde galebe çalması yani.

Bizler (edebe riâyeten) teessürü olmazsa olmaz kabul etmeliyiz. Mesela hüznü çağırmalıyız kendimize. Hislerimiz doruk noktasındayken kalbimizi ateşlemeli, belki geceleri -bilhassa uykuya yakın zamanlarda- ağlamaya zorlamalıyız nefsimizi. Beceremiyorsak bile (Rasulullah’ın dediği gibi) ağlayamadığımıza ağlamalıyız. Çünkü bilmeliyiz ki nefis, ancak böyle anlarda kibirden ve şehvetten uzaklaşıyor, onu kışkırtacak dürtüler ölüyor, gaflet perdesi kayboluyor… Zira

“Allah sözlerin en güzelini, bütün bölümleri birbiriyle uyumlu ve tekrarlanan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların bunu dinlerken tüyleri ürperir. Sonra onların bedenleri ve kalpleri yumuşayarak Allah’ın zikrine yönelir. İşte bu, Allah’tan bir hidayettir.” (Zümer: 23-24)

“İnananlar o kimselerdir ki, her ne zaman Allah’tan söz edilse kalpleri haşyetle titrer; ve kendilerine ne zaman O’nun ayetleri ulaştırılırsa inançları güçlenir; ve onlar Rablerine güven beslerler.” (Enfal: 2)

Böylesi bir okuyuş muhakkak ki kişinin başka hiçbir metinde bulamayacağı, sıradan bir kitapta rastlayamayacağı bir takım uyarı ve müjdelemeleri, hatırlatma ve yönlendirmeleri görmesindendir. Tabi öğüt alanlar için…

İmam Gazalî der ki:

Kur’an’dan müteessir olmak demek, okunan ayetlerin manasına göre okuyucunun hâl almasıdır. Mesela vaîd (iyiliğe yöneltmek maksadıyla azabı hatırlatıcı), korkutucu veya şarta bağlı mağfiret ayetlerini okuduğu zaman, Allah’ın azabından ve bu şartı yerine getiremeyeceğinden korkarak, adeta helâk oluyormuşçasına bir tavır takınma; ferahlık ve karşılıksız mağfiret vâdeden ayetler okuduğu zaman, sevincinden uçacakmış gibi olmak ya da Yaratıcının sıfatları ve Esma’ul-Hüsnâ’sı anıldığı zaman îlahî azamet karşısında saygıyla eğilmektir”

Bak şimdi; “Eğer ben Rabbime isyan edersem o büyük günün azabından elbette korkarım…” (En’am 15’den) ayetini okuduğumuz halde tüylerimiz hakikaten ürpermiyor, korku içimizi sarmıyorsa, burada Kur’an’ı bir düşünme (tefekkür ve tedebbür) ile değil, sanki hikaye yollu bir metin okur gibi okuduğumuz söylenmeyecek midir? En azından bir eksiklik olduğunu kendimize itiraf etmeli ve düzeltme yoluna gitmeli değil miyiz!

Bir defasında Hz. Aişe (ra) validemize Rasulullah’ta (sav) gördüğü en hoş hadise soruldu. O da ağlamaklı olarak dedi ki:

O’nun (sav) yaptığı her iş hoştu. Benimle kalacağı bir gece yanıma geldi… Sonra müsaade isteyip evde bulunan bir su tulumunun başına gitti. Abdest alıp namaz kıldığında sakalları ıslanıncaya kadar ağlıyordu. Secdeye kapandığında yer de ıslandı. Bilal sabaha doğru onu namaza çağırdığında o halen aynı vaziyette idi. ‘Niçin ağlıyorsun yâ Rasulullah! Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamadı mı?’ diye sordum. O da: ‘Yazık sana ey Aişe! Allah bu gece şu ayeti indirdikten sonra nasıl olur da ağlamam?’ dedi ve o gece nüzul olan ayetleri okudu:

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akıl sahipleri için açık ibretler vardır. Onlar ki gerek ayakta, gerekse otururken ve yanları üzerine yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerle yerin yaratılışı hakkında düşünceye dalarlar. Ey Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın. Sen böyle şeylerden münezzehsin! O halde bizleri cehennem azabından koru, diye niyazda bulunurlar…” (Al-i İmran: 190-191)

Ve sonra: ‘Bu ayetleri okuyup da, gökler ve yerler hakkında düşünmeyenlere yazıklar olsun!’ dedi.”

İşte bu sıraladıklarımız hep birbiriyle bağlantılı olan edeplerdir; biri diğerini doğurur, o da bir başkasını… En sonunda ise kalp gözünün keskinleşmesi (yakîn) vaki olur!

Hülâsâ ..

Unutulmaması gereken son bir nokta daha vardır: Kur’an’ı cidden anlamak isteyen; bu dünyayla hiçbir sıkıntısı olmayan, herhangi birini dinler gibi değil ama dünyaya sanki sırtını dönmüş, pek mühîm bir tasası olan yaşlı birini dinler gibi davranmalıdır! Söylenenlere pür dikkat kesilmeli, olabildiğince sabırla bahis mevzuuna mütefekkir kalmalıdır. Ancak o zaman ayetleri bindörtyüz sene geçmişinden alıp şimdinin kendi koşullarına uyarlayabilsin.

“De ki: İster inanın ister inanmayın, bundan evvel kendilerine ilim verilmiş olanlara (Allah’ın sözleri) tilavet olununca yüz üstü secdelere kapanıyorlar ve diyorlar ki: Tesbih Rabbimize! Hakikat Rabbimizin vâdi katiyen fiile çıkarılmış ve gerçekleşmiş bulunuyor! Ve ağlayarak yüz üstü kapanıyorlar; o onların huşuunu da arttırıyor.” (İsra: 107-108)

Öncelikle sizin “benim Kur’an’ım bu!” dediğiniz kişisel bir mushafınız olsun, yeri geldiğinde altını çizebildiğiniz. Tutma niyetinizde kulluk varsa abdest almaya üşenmeyin, temizlenin. Okurken artık şu dünya meşgalesini toprağa gömdüğünüzü düşünün; ayetlerde karşılaştığınız manzara ve sahnelerin hayalini kurun.

Parça parça okumayın, sure ya da konu bütünlü okuyun; zamanım yok demeyin, zaman aralayın; o an başka hiçbir işle uğraşmayın, çünkü hiçbir iş o’ndan daha mühim değil!

Ve hüzne bürünerek okuyun; şakadan ve gayr-i ihtiyarî de olsa her tür ciddiyetsizlikten uzak durun. Bilin ki; o, insanların tümünün yığıp biriktirdiğinden daha üstün, daha hayırlı; bir Beyân (açıklama), bir Müjde ve bir İnzâr’dır (korkutma)!

Nihayet, bu kitap bir entellektüel çaba değil, bir nefis tezkiyesidir! Ve bu maksatla okunmalı, bunun harici bir dava ile meşgul tutulmamalıdır. Ayetler arasında gezinirken dilde hamdı ve tesbihi eksik kılmadan, okuyuşun hakkını vererek gezinmeli; mutlak huzuru müzikte değil, pc. veya tv.de değil ama mutlaka Kur’an’da bulacak şekilde o’na yaklaşmalıdır!

Allah Nebîsine (sav) şöyle buyurur:

“Onlara de ki: Ey haddi aşarak kendilerine haksızlık eden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları affeder. O, bağışlayan ve çok merhametli olandır. Size azab gelmeden önce Rabbinize dönün ve O’na teslim olun. Sonra hiçbir yerden yardım göremezsiniz. Ve farkında olmadan, ansızın geliverecek olan azaptan önce, Rabbinizden size indirilen Kitap’a en güzel şekilde uyun…” (Zümer: 53-59)

Ve Nebîsi (sav) de bizlere şöyle buyuruyor:

“Kur’an, şefaati makbul bir şefaatçidir. Bazılarına karşı da doğruluğu tasdik edilmiş bir şikayetçidir. Her kim o’nu önüne koyar, o’na uyarsa Kur’an onu cennete götürür. Her kim de aldırmaz o’nu arkasına alırsa, onu da cehenneme sevk eder.”

Keşke, diyorum kendi kendime, elimizin altındaki imkanları bir görsek, aslında nice aldanışlarla bize engel olanın yine sadece kendimiz olduğunu bir bilsek, belki dünya çok farklı olurdu…

 

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ